Betonsuz yıllardaki Silifke'ye, Taşucu'na özlem!

Refleks'in 'Silifke Özel' sayısı için yazı kaleme alan Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Gülsüm Gülnaz Gültekin, çocukluğunun Silifke'sini, Taşucu'sunu anlatırken, 'Mansuriye Mahallesi'ndeki eski toprak damlı evimizin önüne oturunca doğrudan Akdeniz'i ve iskeleyi görürdük. Ara sıra uğrayan gemilerin ışıkları akşamları Akdeniz ile dans eder, cırcır böcekleri yine evimizin önündeki dut ağacından şarkı söylerlerdi' diyor.

Derdim var!









Yarım yüzyıl geçmiş, oysa dün gibi… Silifke’de Mukaddem Mahallesi’ndeyiz, 1969-1971 yılları… Babamız Silifke Ziraat Odası’nda kâtip ve Molla Osman’ın evinde kiracıyız. Evin önündeki kocaman -belki de bana öyle geliyordu - dut ağacında asılı duran cıngıllak sanki hâlâ orada sallanıyor. Ve dünyanın en güzel ablaları Arzu ve Hanife sultanların ektiği kadife çiçekleri ile fesleğenlerin kokusu bugün bile burnumda… Dört-beş yaşlarındayım. Anne-baba, nine, ağabey ve ablaların yanında akrabalardan, komşulardan oluşan kocaman bir ailem var. İhtiyacım olan herkes koşarak ulaşabileceğim kadar yakınımda… İki ağabeyim evimizin yakınlarındaki Cumhuriyet İlkokulu’na gidiyor, ablalarımdan biri ortaokula, diğeri liseye…

Evimiz çarşının merkezinde… Arka tarafta zamanın otobüs terminali ve yanlış hatırlamıyorsam şimdiki belediyenin yerinde kamyon garajı var. Ve otobüs terminalinde dondurmacıııı! Ele geçirdiğim her 5-10 kuruşla evden kaçıp dondurmaya doğru koşarken, arkamdan gelmekte olduklarını bildiğim ağabeylerimden birinin (Şakir ya da Erdoğan Şeker) varlığından duyduğum güven ile işlediğim suçun karşılığında saçımın çekileceğine dair korku duyguları bugün bile tanıdık.

Orada, Mukaddem’in o ucunda her mevsim başka güzeldi… İnsanlar neşeliydi. Şen kahkahaların hiç eksik olmadığı yan avludan bazı isimler var aklımda: Hasan Amca ve Meliha Teyze’nin çocukları Amir ve Mahir ağabeyler; Zuhal ve Meral ablalar… ‘R’ sesini ‘Ğ’ olarak çıkarışım ve her Mahiğ, Amiğ, Meğal deyişimde ödül olarak kaptığım horoz şekerleri… Biliyorum hepsi sevgidendi.

Yaz gelmeye görsün bahçe kapımızın tam karşısında Mehmet ve Celal ağabeyler yazlık sinemayı faaliyete geçirirlerdi. Akşamüzeri açık hava sinemasının toprak zemini tozmasın diye sulanıp süpürülür ve tahta sandalyeler özenle dizilirdi. Sulama hortumu bizim avludan uzanır, her ihtiyaçta kapımız rahatlıkla çalınırdı ve bize sinema bedavaydı… Hava kararmaya başlarken çekirdekçiler, gazozcular sinema kapısındaki yerlerini alırlar; Silifke akın akın yazlık sinemaya dolardı. ‘Ayşecik ve Ömercik’, ‘Yumurcak’ gibi çocuk kahramanların hikâyelerinin anlatıldığı filmler başta olmak üzere bütün sezon filmlerine gider, çoğundan babamın ya da ablamın kucağında uyuyarak dönerdim. Ve bir gün “Taşınıyoruz” dediler. O zaman anlayamamıştım, ancak Silifke’de ‘Beton Çağı’ başlıyordu.

MUKADDEM İLE SAY MAHALLESİ KAYNAŞINCA…

Ve 1971’de, Mukaddem’in diğer ucuna, Say Mahallesi sınırındaki Ormancı Ahmet’in evine kiracı olduk. İlkokula orada başladım. Yeni komşularımız çok daha eğlenceliydi; orası bir tür dul kadınlar cennetiydi.

Sol yanımız Mukaddem! Aklımda kalan ilk isim kahraman Bakkal Doğan! Sonra dünyanın en güzel ‘baklava’larını yapabilen küfürbaz ama sevimli Zübeyde Nine… Yabani otlardan yaptığı ve yufka ekmeğe çomaç yaparak servis ettiği ‘düzme’ adlı sumaklı salatasının tadı damağımda duran Teslime Teyze… Bizimle aynı avludaki diğer evde yaşayan taze gelin Hacer Abla ve kocası Ersin Abi… Akşamları Hacer Abla’nın kikirdeyerek iki katlı taş evin tahta merdivenlerinden sekerek inişi, bizlere Ersin Abi’nin geldiğini haber verirdi. Az aşağıda bana ilk kundura ayakkabılarımı hediye eden (torunlarından gelmişti ama olsundu) Tenzile Teyze, iki katlı kocaman bir taş evde otururdu. Hemen bitişiğinde benzer bir başka taş evde Patatesçi Ömer Amca ve karısı Ayşe Teyze… Ve biraz ileride Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’nun yengesi, Aslan Eyce’nin ablası Halide Teyze yaşardı… Halide Teyze ve kekleri! Limonlu, cevizli, pekmezli kekler… Her cuma günü öğlen, Halide Teyze avlusunun kapısında hasırdan örülmüş tabureye oturur, dilimlenmiş kekleriyle bizi beklerdi. Altında kül haznesi bulunan kek tenceresinde pişirilmiş Halide Teyze kekleri, okul dönüşü biz çocuklar için en değerli armağandı.

Avlumuzun önü göz alabildiğine otlarla kaplı, ineklerimizi otlattığımız büyük bir boşluktu. Bahar geldiğinde o büyük alan muhteşem bir uçurtma şölenine ev sahipliği yapardı.

Ve sağ yanımız, Say Mahallesi… Neşenin, eğlencenin, müziğin, çalgının, çenginin, teklifsiz dostluğun, beklenmedik kavgaların, gürültünün ve asla ertesi güne sarkmayan küskünlüklerin mekânı… Leyla Teyze, gelinleri ve kızları… Gece gündüz klarnet ve keman konserleri… Avlumuzun üst sınırında bir demirci ocağı… Boş zamanlarımızda ustanın ateşini tavında tutmasına yardımcı olmak üzere körüğü küssükleme (yelleme) görevini zevkle yapardık. Demirci ocağının arkasında bir ziyaret yeri vardı. Bazı günler Say Mahalleli arkadaşlarımla oradaki yatırı ziyaret eder, mum yakar, dilek tutardık ve sonra komşuların ikramı ‘bişi’leri (mayalı hamur kızartması) afiyetle yerdik. Dört kocaman sene, farklı dünyaların buluştuğu ancak kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, belki de en güzel, ‘iyi ki’li yıllarım.

Ninemi ebedi âleme orada uğurladık. Badem ağaçlarının altındaki ardiyede teyzelerim ve annem ninemin cansız bedenini yıkayıp kefenlerken izlememizi istemişlerdi. Büyümenin bir parçasıydı bu. Kuzenler ve ben, dizilmiş ilk kez ruhu olmayan bir bedene bakıyorduk. Daha önceleri yıkanırken sayısız defa suyunu dökmüştüm ninemin… Annem onu yıkarken hamam tasıyla suyunu dökmek benim görevimdi. Ve son kez su dökmeme izin verdiler kınalı saçlarına… Ne zaman ninemin elini öpsem, yastığının altından ya ‘piskevit’ ya da ‘elma’ çıkardı. Son kez yokladım ninemi, elini öptüm, kıpırdamadı. Onu Ahmet Abi’min üstü kesik minibüsüne bindirip götürdüler, yüreğime bir acı çöktü. Uçurtmaların şenlendirdiği alan bu kez kapkaranlıktı, minibüs ninemi götürüyordu. Koştum, koştum arkalarından, yetişemedim. Ahmet Abi’mi bir daha eskisi gibi sevemedim.

TAŞUCU YILLARI, 1975 VE SONRASI…

Ve bir kez daha ‘göç vakti’, dediler. Babam emekli olmuştu ve asıl mekânımız olan Taşucu’na taşındık. Beşinci sınıftım. Cumhuriyet İlkokulu’nun ardından, Taşucu’ndaki tek katlı, mazot kokan ve bastıkça ses çıkaran tahtalarla kaplı zemini olan yeni okuluma başladığımda SEKA Kâğıt Fabrikası’nın temelleri yeni atılmıştı. Bazı SEKA kurucularının çocukları Taşucu İlkokulu’na nakille gelmişti, tıpkı benim gibi. Büyük şanstı, yeni gelendim ancak yalnız değildim. Ve daha büyük şans, öğretmenimiz Rabia Aybars idi. Jandarma Karakol Komutanı’nın eşi, tatlı sert, çok donanımlı ve özgüvenli… Sıradan çocukları muhteşem yetişkinlere dönüştüren türden bir öğretmendi.

Mansuriye Mahallesi’ndeki eski toprak damlı evimizin önüne oturunca doğrudan Akdeniz’i ve iskeleyi görürdük. Ara sıra uğrayan gemilerin ışıkları akşamları Akdeniz ile dans eder, cırcır böcekleri yine evimizin önündeki dut ağacından şarkı söylerlerdi. Köy Enstitüsü mezunu emekli öğretmenler İzzet-Türkan Aslan çifti komşumuz, rehberimiz, koşulsuz sevenlerimizdi. Evlerine teklifsizce gider, o zamanlar iskele başındaki kütüphaneden bile zengin kütüphanelerinde saatler geçirirdim. Okuduğum her kitabın özetini İzzet Amca’ya anlatır ve 1 lira harçlık kapardım.

Sonra Mersin-Antalya karayolu, evlerimizle Akdeniz’in arasında bir bariyer olarak girdi… Ardından ‘beton’ geldi… Taşucu’nun tek beton binası olan Lades Motel’in yakınlarına, yeni karayolunun hemen kıyısına apartmanlar dizilmeye başladı. Artık denizimiz yoktu, balkonlarından her hareketimizi izleyen yeni komşularımız vardı. O muhteşem eğimli arazi, doğru bir kent planı ile kademe kademe yükselen bir güzel şehre dönüşebilecek iken, tam tersi oldu. Beton benden daha hızlı büyüdü.

Beton 1970’lerden itibaren Mersin’den Taşucu’na kadar tüm kıyı şeridini, habis bir ur gibi ele geçirdi. Portakal, limon bahçeleri, zeytinlikler, harnuplar betona teslim olurken insanlar da sertleşti, betonlaştı sanki… Öte yandan televizyon ve ardından bilgisayar, başta çocuklar olmak üzere hemen herkesi betonların içine hapsetti. Bugün, 91 yaşındaki annem, eski toprak evinin yerine inşa edilmiş konforlu beton bloklarda hapis… Oysa aklım biliyor ve kalbim inanıyor ki, başka türlüsü mümkündü.

Keşke yazının sonunu kötümser bağlamak zorunda kalmasaydım. 1983 yılından bu yana Türkiye’nin başkentinde yaşıyorum. Memleketimle bağım, fiziksel ve ruhsal düzeyde en güçlü şekilde sürüyor.

NELER MÜMKÜN?

Evet, derdim var! Silifke’nin ne kadar insafsızca tüketildiğini gördükçe içimde kabaran isyanım var. Ancak medya ve halkla ilişkiler başta olmak üzere iletişim alanının neredeyse bütününü kapsayan profesyonel yaşamımda, sektörde ve akademik dünyada geçirdiğim uzun yılların ardından hâlâ ümitvarım.

Silifke’de doğal, tarihsel ve kültürel mirasın korunup geliştirilerek sürdürülebilir kalkınma fırsatları yaratılabileceğine dair derin bir inanç taşıyorum. Yerelde; kamu kurumları, sivil toplum ve sanayi ticaret örgütlerinin işbirliği ile “daha az ‘beton’, daha çok ‘yaşam’” felsefesinin hayata geçirilebileceğine inanmaya ihtiyacım var.

Ve belki de çiçeği burnunda belediye yönetimi, Silifke Ticaret ve Sanayi Odası ile birlikte memleketimin dünyanın her yerine yayılmış potansiyelini açığa çıkarmak üzere bir inisiyatif başlatır. Ve belki de hepimiz bu hareketin bir dişlisine dönüşürüz.

Soralım sahibimize: “Neler mümkün?” |


Dr. Gülsüm Gülnaz (ŞEKER) GÜLTEKİN

Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi