Kırksekiz saatimi Adana'da geçirdim!

Refleks

Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni gezerken Hitit İmparatoru I. Arnuwanda’ya ait taşa yazılmış bir kitabe okumuştum;

Adania diye bir kentle yaptığı savaşı anlatıyordu imparator, yaklaşık 3500 yıl önce… Savaştığı kenti de şöyle tarif ediyordu;

“Önünden bir nehir akıyordu, nehrin üzerinde de bir köprü vardı”.

İşte o zaman, birdenbire Adania’yı görme isteği uyandı içimde… 

Nasıl uyanmasın?

Dünyanın en eski şehirleri olarak bilinen İstanbul, İzmir, Antakya, hatta Atina ve Roma’dan daha eski bir şehirden bahsediyordu Arnuwanda… Üstelik ismi bile hala aynıydı; Adana…

Hemen o şehirde yaşayan bir arkadaşımı, Haluk’u aradım; 

- İki günlüğüne Adana’ya gelsem bana rehberlik eder misin?

-Tabi ki! Uçağa atla, havaalanında uçaktan indikten sonra beni ara gelip seni alayım dedi.

İtiraf etmeliyim ki biraz tereddüt ettim. Beni uçaktan indikten sonra almaya gelecekti, demek ki zamanımın büyük kısmı havaalanında beklemekle geçecekti. Öyleyse erken saatteki bir uçağı tercih etmeliydim!


Bir Pazar sabahı erkenden, saat altı olmadan indim Adana’ya… Uyandırırım korkusuyla telefondan bir mesaj gönderdim sadece, “Ben havaalanında bekliyorum Haluk” diye… Ardından valizimi alıp dışarı çıktım. Çıkar çıkmaz bu şehrin beni çok şaşırtacağını anlayıvermiştim. Arkadaşım ben uçaktan inip, valizimi alıp, dışarı çıkana kadar kapıya gelivermişti. Anladım ki; havaalanı şehrin içinde zaten… Otogar bile merkeze havaalanından daha uzak.Sabah saat altı bile değil… Havaalanından şehre gitmek vakit alır diye erken bir saate almıştım biletimi ama zaten şehrin ortasındayız, ne yapacağız şimdi, nasıl vakit geçireceğiz? Hava hala karanlık… En iyisi aydınlığı beklemek.Haluk’un ise öyle bir niyeti yok gibi. Hadi kahvaltıya diyerek valizimi attı arabasına ve dalıverdik Arnuwanda’nın 3500 yıllık şehrine…
Bana Abidin Paşa’yı anlattı önce… Hani dünyaca önemli ressam ve yazar Abidin Dino var ya onun dedesi… O anlatmasını bitirene kadar koca bir kulenin önüne vardık. Tarihi bir çarşıyı ortadan bölen eski bir yolun üzerinde, sabah karanlığına inat altın sarısı renklerle parlayan bir kule… Haluk;Bu Saat Kulesi dedi… 1882 yılında Abidin Paşa yaptırdı. Yüksekliği otuz iki metre, dalında en yükseği Türkiye’nin… Ve devam etti; Adana’da her şeyin ve herkesin, dışarıda görünen yüksekliği kadar, yerde derinlerde de kökleri olduğu söylenir. Rivayet odur ki; saat kulesinin de yerin altında 32 metrelik bir temeli var.

Böylece anladım Saat Kule’sine niye aynı zamanda “Büyük Saat” de dediklerini. Birden kuleden bir ses geldi… Bir çan sesi… Bir çan sesi daha… Bir daha… Tam altı kez çaldı çan… Her saat için bir vuruş… Demek saat altı olmuş.O buğulu klarnet sesini, ancak kule susunca duyabildim… Cümbüş de ona eşlik ediyordu. Sesin buğusundan yanık bir sevda türküsü söylendiği hemen belli oluyordu. Güneş karası tene sahip bir oğlanın sevgilisine yakarışı gibi geldi bana klarnetin sesi… Belki de Karacaoğlan’ın yurdundayım diye böyle bir sanıya kapıldım. 
İtiraf etmeliyim ki çok şaşırtıcı bir şehir Adana… Televizyon haberlerine bakınca veya Adana’yı anlattığını iddia eden dizileri seyredince bıraktığı maço algıya çok ters bir yer. Sabahın altısında tarihi bir çarşının ortasına kurulmuş onlarca kebap tezgahının önünde, kadınlı, erkekli, çoluklu, çocuklu birçok kişinin klarnetin sesiyle birlikte, kebap yiyerek sabah kahvaltısı yaptıklarını görünce bu kanıya varmamak mümkün değil zaten. Ya, klarnetin melodisi değiştiğinde ortalıktaki hüznün, birdenbire bir Adana çiftetellisi haline gelmesi ve kendimi dansın ortasında bulmama ne dersiniz! Şaşırmayım mı yani? Meğer burası dünyada brunch olarak bilinen; sabah erkenden başlayıp, öğlen sonuna kadar devam eden Pazar yemeği geleneğinin ilk ortaya çıktığı yermiş. Tam 250 yıldır Adanalılar her Pazar, Kazancılar denilen bu çarşıda toplanır, sabahın köründen öğleden sonraya kadar kebap yer, eğlenirlermiş.
Nitekim zor kurtardık kendimizi bu benzeri olmayan geleneğin çekiciliğinden. Haluk ısrarla vakti iyi kullanalım sana dünyanın hala kullanılan en eski evlerinden birini göstereceğim demese rahatlıkla öğleni orada edebilirdik.Ben sizlere burada Ramazanoğlu Konağı’nı anlatayım kısaca ama eğer siz Adana’ya gelirseniz konağın etrafındaki Ulucami’yi, zamanında tıp ve matematik okutulmuş Ramazanoğlu Medresesi’ni ve özellikle de ülkemizin yetiştirdiği en önemli şairlerden olan Ziya Paşa’nın mezarını görmeden gitmeyin. Hani şu;“Aynası iştir kişinin, lafına bakılmaz, şahsının rütbesi eserinde görünür” diyen şair var ya işte o…Ramazanoğlu Konağı 1495 yılında yapılmış. Yani altı yüz yıldan daha fazla yaşı var. Büyük bir kapısı var ama ağzı taşlarla örülmüş, mecburen arkadan küçük bir kapıdan giriyorsunuz içeriye. Meğer zamanında Kanuni Sultan Süleyman doğu seferine çıktığında bu konakta kalmış ve yine meğer padişahın geçtiği kapıdan başka bir kulun geçmesi yasak olduğu için, bey kapattırmış o kapıyı. O gün bugündür kapalıymış. Şaşırtıcı…

“Dile kolay 600 yıllık bir ev… Ne kadar eski imiş Adana’nın tarihi!” diyecek oldum, Haluk’un bıyık altından diye tarif edilen bir gülüş attığını görünce gerisini getiremedim. O anlatmak yerine beni Taşköprü’ye götürdü… Ramazanoğlu Konağı’na birkaç dakikalık yürüyüş mesafesinde Taşköprü… Abidin Paşa’nın 1883 yılında yaptırdığı tarihi kız lisesi binasının hemen yanında, Arnuwanda’nın 3500 yıllık kitabesinde bahsettiği, şehri ortadan ikiye bölen Seyhan Nehri’nin üzerindeki köprünün, Taşköprü’nün üzerindeyiz şimdi… 


Eğer bir gün bu köprüye yolunuz düşer de, bakışınızı kuzeye  yöneltirseniz, Türkiye’nin en büyük camilerinden biri olan Merkez Sabancı’ya fon olmuş, zirvesini karların süslediği Toroslar’ı görünce, bir yere gidemeyip orada çakılıp kalacağınızı  söylemeliyim. Bu yüzden ancak arkadaşımın zorlamasıyla dünyanın en eskisi sayılan köprüden ayrılarak, Arnuwanda döneminden beri var olan ve Tepebağ denilen eski kente yönelebildim. Tepebağ’da görmemiz gereken iki müze olduğunu söyleyerek beni köprüden çekmişti Haluk;Adana Sinema Müzesi ile Atatürk Bilim ve Kültür Müzesi…



Neyse ki otelim hemen bu müzelerin yanında, tarihi bir Adana evinin içindeydi… Öyle yorulmuştum ki, müzelerden sonra otelimin penceresindeki muhteşem manzara bile kendimi yatağa atmama engel olamadı.
Gelmeden önce Adana’yı karasal bir kent zannederdim. Ancak arkadaşım beni, Adana dünyanın en güzel su şehirlerinden biridir, Yeni Adana göl kenarına kurulmuştur diyerek yatırdı otele… Bu yüzden bugün o gölü görmeye kararlıyım ve Haluk’tan ikinci günümde beni göle götürmesini istedim. Şaşırtacak ya, “Hangisine?” diye cevap verdi…   Allahım kaç göl var bu kentin içinde?


Ve şimdi çok güzel bir iç gölün kenarındayız…  Bölgenin ismi Dilberler Sekisi’ymiş… Gördüğüm bir tabelada burada yaşayan kuş türlerinin ismini okuyunca yeniden şaşırdığımı tahmin edersiniz. Yani burası bir kuş cenneti… Şehrin göbeğinde bir kuş cenneti!..  Şaşırtıcı tabi ki!..  Adanalılar sabahları buradaki okaliptüs ormanının içinde spor yapıp ve ardından kahvaltı için kafeteryalara otururlarmış. Biz de onlar gibi kahvaltımızı göl kenarında yapıp yolumuza devam ettik. Artık arabayla gezeceğiz. Yeni Adana’nın etrafında kurulduğu ikinci gölü, Seyhan Gölü’nü çepeçevre gezmek için bu şart.


Suyu içilebilecek kadar temiz gölün etrafını dönen bir bulvar var… Ve bu bulvar nedeniyle şehir göle yaklaşamamış, bulvarın dış kenarı kafeterya, lokanta ve piknik alanlarının da olduğu bir yeşil alan. Her yerde başka bir manzara ve her yerde başka bir güzellik. Kentin üç üniversitesinden en önemlisi olan Çukurova Üniversitesi de bu gölün kenarına, ağaçların içine kurulmuş. Burada bir arberatum bile var. Ve bir müddet sonra solunan oksijenin verdiği yorgunluğu üzerinizden atacak bir soluklanma yeri arayacak kadar yoruluyorsunuz. Biz ise kendimizi ancak Kayıkhane’ye atabildik.


Kürek çeken yakışıklı gençler, yelken açan güzel kızlar, hemen karşıda gün batımının kızıla boyadığı kent silueti ve Karataş Dalyanı’ndan getirilen Akdeniz balıklarının sunulduğu bir lokanta…  İşte Kayıkhane böyle bir yer… Bir de üzerine cezerye garnitürlü çifte çekilmiş Gar Kahvesi yudumladın mı dönüşe hazırsın demektir.Eyvah! Uçağa bir saat kaldı! Ne gam! On beş dakika sonra havaalanındayız zaten… Çok teşekkürler Haluk Uygur… Çok güzelmiş Adana…



Dr. Haluk UYGUR